İslami hükümlerin birinci kaynağı Kur’an-ı Kerim olduğu gibi ikinci kaynağı da sünnettir. Burada sözünü etiğimiz sünnetten maksat, delil olma özelliğine sahip olan sahih sünnettir.
Peygamberimizin peygamberlik sıfatı ile söylediği, yaptığı veya takrir buyurduğu bir sünnet sahih olarak bilinirse artık onun ifade ettiği hüküm tartışılamaz, ona uyma zorunluluğu doğar. Çünkü bütün peygamberler gibi bizim Peygamberimiz de tebliğ ettiği konularda Allah’ın koruması altındadır.
Bu itibarla Peygamberimizin, Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğde hata etmesi düşünülmez. Bunun için Kur’an-ı Kerim ona uyulmasını emretmektedir. Bu konudaki ayet-i kerimelerin bir kısmı şunlardır:
“Allah’a itaat edin. Peygambere itaat edin ve (kötülüklerden) sakının. Eğer itaatten yüz çevirirseniz, bilin ki Peygamberimizin görevi apaçık duyurmak ve bildirmektir.” (Maide 92)
“Peygamber size ne verdi ise onu alın ve size neyi yasakladı ise ondan sakının.” (Haşr 7)
“Peygamberin emrine aykırı davrananlar, başlarına bir felaket gelmesinden yahut kendilerine çok acı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nur 63)
“De ki Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ali İmran 31)
“Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa 79)
“Hayır, Rabbine andoisun ki aralannda çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. ” (Nisa 65)
“Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Orada devamlı kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve peygam’ berine karşı isyan eder ve sınırlarım aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (Nisa 13,14)
Görüldüğü üzere meallerini sunduğumuz ayet-i kerimelerde peygambere itaat emredilmekte, aykırı davrananların azaba çarptırılacağı bildirilmektedir. Bunun anlamı açıktır. Peygamber herhangi bir konuda ne emrediyorsa o emre uyulması ve o emrin, Allah’ın emri kabul edilerek yerine getirilmesi gerekmektedir.
Aynca Peygamberimizin de sünnetine uyulmasını ve sünnete aykırı davranışlardan sakınılmasını öğütleyen pek çok hadis-i şerifleri vardır. Burada bazılarına işaret etmek yararlı olacaktır:
Peygamberimiz buyuruyor:
“Size sünnetimi ve hidayete erdirilmiş Raşid halifelerin sünnetlerine uymayı tavsiye ederim. Bu sünnetleri dişlerinizle sımsıkı tutunuz.” (Dört elle sarılınız.).
“ İhdas edilen (dine sokulmak istenen) şeylerden sakının. Çünkü her bid’at sapıklıktır.”
“Yakında koltuğuna kurulmuş birisine benim hadislerimden biri okunduğunda o, “Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onda helal bulduğumuzu helal sayar, onda haram bulduğumuzu haram sayarız.” diyecek. Dikkat edin, Allah’ın peygamberinin haram kıldığı şeyler, Allah’ın haram kıldığı şeyler gibidir.”
“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir. Bana isyan eden de Allah’a isyan etmiştir.”
Peygamberimiz Muâz ibn Cebel’i ;(ra.) Yemen’e vali olarak gönderdiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçti:
– Muâz! Bir dava geldiğinde nasıl hükmedersin?
– Allah’ın kitabı Kur’an ile hükmederim.
– Allah’ın kitabında bulamazsan ne yaparsın?
– Allah’ın peygamberinin sünneti ile hükmederim.
– Allah’ın peygamberinin sünnetinde de bulamazsan ne yaparsın?
– O zaman ictihad eder, kusur etmemeye çalışırım.
Bunun üzerine Allah’ın Resulü şöyle buyurdu:
Allah’a hamdolsun ki Allah’ın Resulünün elçisini peygamberinin razı olacağı şeye muvaffak kıldı.
“Size neyi emredersem onu alın. Sizden neyi nehyedersem ondan vazgeçin.”
“Sizden biriniz koltuğuna kurularak, Allah, Kur’an’da haram kıldıklarından başka hiçbir şeyi haram kılmamış olduğunu zanneder. İyi biliniz ki ben de Allah’ın vahyi ile öğüt verdim, şunu şöyle yapın diye emrettim ve birçok şeyi yasakladım ki onlar Kur’an’dakiler kadar veya daha çoktur. Cenab-ı Hak size, vergilerini ödedikleri takdirde, izinsiz olarak ehli kitabın evlerine girmenizi, kadınlarını dövmenizi, meyvelerini yemenizi helal kılmadı.”
Bütün bunlar, sünnete uymanın gereğini vurgulamaktadır.
Sünnetin iki önemli işlevi vardır: Bunlardan birincisi Kur’an’ı açıklamak, diğeri de Kur’an’da bulunmayan herhangi bir hükmü teşri etmektir.
Sünnetin, İslam hukukunun ikinci kaynağı olduğunda icma vardır. Hulefâ-i Râşidîn’den zamanımıza kadar hiçbir müctehidin bu konuda farklı bir görüşü olmamıştır. Ancak müctehidler arasında tartışılan konu, nakledilen sünnetin sabit olup olmadığı ve o hükme delalet edip etmediğidir. Sünnetin sabit olduğu anlaşıldıktan sonra ona itiraz eden olmamış hatta önceden aykırı görüşü olan kimse, sünneti öğrendikten sonra bu görüşünden vazgeçerek sünneti benimsemiştir.
Peygamberimizi görme mutluluğuna eren ashab-ı kiramdan günümüze kadar bütün İslam âlimleri sünnete son derece bağlı ve saygılı olmuşlardır.
Ashab, Kur’an-ı Kerim’e uyarak bütün işlerinde Peygamberimizi örnek almışlardır. Herhangi bir konuda onun uygulamasını esas alarak kendi görüşlerinden vazgeçmişlerdir. Bunun pek çok örneği vardır ki bunlardan bir kaçı şöyledir:
Bilindiği üzere, Peygamberimizin vefatından sonra yerine Hz. Ebû Bekir halife seçilmişti. Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma, halife Hz. Ebû Bekir’e müracaat ederek babasından Hayber’le Fedek’te bıraktığı terikesinden ve Medine’deki sadakasından miras olarak hissesini istemişti. Hz. Ebû Bekir, Peygamberimizin,
“Bize mirasçı olunmaz; bıraktığımız sadakadır.” hadisine dayanarak bu isteği kabul etmemiş ve “Ben, Allah’ın Resulünün emirlerinden bir şey terk edersem sapacağımdan korkanın. ” diyerek sünnete bağlılığım ifade etmiştir.
Hz. Ömer, Mecusilerden cizye almazdı. Abdurrahmân b. Avf (ra.), Peygamberimizin Bahreyn’in Hacer şehri Mecusile-rinden cizye aldığım söyleyince, Hz. Ömer, kendi görüşünü bırakarak onlardan da cizye almaya başlamıştır.
Hz. Ömer (ra.) bir haccmda Hacer-i Esved’e yaklaşıp öpmüş ve “Çok iyi bilirim İd sen zararı da yaran da olmayan bir taş parçasısın. Eğer Resulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim, seni asla öpmezdim.” demiştir.
Hz. Ömer’in bu davranışı, peygamber sevgisinin ve ona bağlılığının bir göstergesi idi.
Ömer b. el-Hattâb (ra.) Şam’a gitmek üzere yola çıkmış, Serg denilen yere geldiğinde onu ordu komutanlan Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve arkadaşları karşılayarak Şam’da veba hastalığı çıktığını kendisine haber vermişlerdi.
Hz. Ömer, İbn Abbâs’a,
“Bana ilk muhacirleri çağırınız.” dedi. İbn Abbâs,
“Ben de onları çağırdım. Hz. Ömer kendileriyle istişarede
bulundu. Şam’da veba çıktığını onlara haber verdi. İhtilafa d tüler. Bazıları,
“Sen bir iş için yola çıktın, ondan geri dönmeni uygun gar müyoruz.” dediler. Diğer bazıları da,
“Senin beraberinde olanlar Resulullah’ın ashabıdır. Onk n bu vebanın üzerine götürmeni uygun görmüyoruz.” dediler Hz. Ömer onlara,
“Beni yalnız bırakın.” dedi. Sonra da İbn Abbâs’a,
“Bana ensan çağır.” dedi. İbn Abbâs,
“Onlan çağırdım, kendileriyle istişare etti. Fakat onlar da muhacirlerin yolunu izleyerek ihtilaf ettiler. Hz. Ömer Onlara da, “Gidebilirsiniz.” dedikten sonra bana,
“Fetih muhacirlerinden burada bulunan Kureyş yaşlılarını çağır.” dedi. İbn Abbas,
“Onlan da çağırdım. Onlardan iki kişi bile ihtilafa düşmedi ve,
“Biz, insanlan geri döndürmeni, onlan bu vebanın üzerine götürmemeni uygun görüyoruz.” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer arkadaşlannı çağırdı ve onlara,
“Ben sabahleyin yolcuyum, siz de hayvanlannıza binin (geri dönüyoruz).” dedi. Bunun üzerine Ebû Ubeyde,
“Allah’ın kaderinden kaçmak için mi?” dedi. Hz. Ömer, “Bunu senden başkası söylemeliydi Ey Ebâ Ubeyde!” dedi ve ilave etti:
“Evet, Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Ne buyurursun?! Senin develerin olsa da iki taraflı bir vadiye inseler, vadinin bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak olsa, sen de verimli yerde develerini otlatsan Allah’ın kaderiyle otlatmış, çorak yerde otlatsan da Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz miydin?” dedi. Biraz sonra bir işinden dönen Abdurrahmân b. Avf geldi ve,
“Bu konuda bende bilgi var. Ben Peygamberimizin şöyle buyurduğunu işitim:
“Bir yerde veba olduğunu duyduğunuz vakit, o yere gitmeyin. Bu hastalık bir yerde çıkar, siz de orada bulunursanız, ondan kaçmak için o yerden ayrılmayınız.” buyucu” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer, Allah’a hamdetti ve sonra da oradan ayrıldı.
Anlatılan bu olayda farklı görüşler ortaya konulmuş, Peygamberimizin sözü duyulana kadar görüş birliğine varılamamıştı. Ne zaman ki Abdurrahmân b. Avf bu konuya ışık tutan . hadis-i şerifi nakletti, herkes ona uydu ve ihtilaf ortadan kalkmış oldu.
Bir defasında hacda Hz. Osman, halkı temettü haccı yapmaktan ve hac ile umreyi birleştirmekten nehyediyor, halka if-rad haccı yapmalarını tavsiye ediyordu. O, bu tavsiyeyi yaparken Hz. Ali, umre ile hacca niyet edip lebbeyk diyerek ihrama girdi. Bunun üzerine Hz. Osman kendisine,
“Görüyorsun, ben insanlara bir şeyi yapmayın diyorum, sen ise o yapmayın dediğim şeyi yapıyorsun!” deyince, Hz. Ali,
“Ben, insanlardan hiç kimsenin sözü ile Resulullah’m sünnetini terk etmem.” dedi.
Peygamberimizin uygulaması yanında Hz. Ali, Peygamberimizin umre ile haccı birleştirdiğini bildiği için, “Bunu yapmayın, yalnız hacca niyet edin.” tavsiyesinde bulunan Hz. Osman’a katılamayacağını ifade etmiştir.
Bu örneklerde açıkça görülmektedir ki ashab, Peygamberimizin sünnetine sımsıkı sarılmış ve aksi bir davranış kendilerinden nakledilmemiştir.
“Kur’an-ı Kerim yeterli olmaz mı? Sünnete ihtiyaç var mıdır?” gibi zaman zaman öne sürülen iddiaya gelince;
Yukanda da işaret edildiği gibi, sünnet de bir vahiydir. Lafız olarak değilse de mana olarak Peygamberimize vahyofonmuştur. Ayrıca Kur’an’ı tebliğ eden de öğreten de açıklayan ve tef sir eden de Peygamberimizdir. Peygamberimizin Kuran olarak tebliğ ettiğini kabul edip de sünnet olarak bildirdiğini kabul etmemenin bir izahı olamaz. Kaldı ki Kur’an’m açıkça söyletne * diği, vacip veya haram kılmadığı pek çok hüküm sünnetle teşri edilmiştir. Bu hususta, Peygamberimizin bir hadisi şöyledir.
“Dikkat edin, bana kitap ve onunla birlikte bir benzeri de verildi (Yani bana Kur’an ve onun benzeri sünnet vahyolundu). Çok geçmeden karnı tok olarak koltuğunda kurulmuş birisi şöyle diyecek: “Size Allah’ın kitabı yeter, onda helal bulduklarınızı helal kabul ediniz. Onda haram bulduklarınızı foram kabul ediniz.”
“Dikkat ediniz, size ehlî eşeklerin eti, yırtıcı hayvanlardan parçalayıcı dişleri olanların eti ve kendileriyle aranızda anlaşma bulunanların yitirdiklerini almanız helal değildir. Ancak sahibinin ona ihtiyacı yoksa o zaman helal olur. Bir kimsenin misafir olarak gittiği topluluğun onu ağırlamaları gerekir. Eğer onu ağırlamazlarsa o şahsın onlan takip edip ağırlamayana misilleme olarak misafir etmeme hakkı vardır.”
Bu hadis-i şeriften açık olarak anlaşılıyor ki Peygamberimize Kur’an-ı Kerim vahyolunduğu gibi sünnet de vahyolunmuştur. Aynca hadis-i şerifte Kur’an’da açıklanmayan hükümleri teşri etmeye de izin verildiği bildirilmiştir. Bunun için Kur’an-ı Kerim’de,
“Peygamber size ne getirmiş ise onu alınız. Neyi yasaklamış ise ondan sakınınız.” buyurulmuştur.
“Kur’an-ı Kerim yeterlidir, sünnete ihtiyaç yoktur.” iddiasını ileri sürenlerin bir gerekçeleri de “Peygamberimiz, hadislerin yazılmasını yasaklamıştır. Bunun manası, Kur’an yeter, hadise gerek yok demektir.” anlayışıdır. Oysa Peygamberimiz, hadislerin yazılmasını bu gerekçe ile yasaklamış değildir. Aksi takdirde sünnetine uyulmasıyla ilgili tavsiyelerinin bir anlamı kalmazdı. O, Kur’an ayetleri inerken, Kur’an’la kanştınlır endişesiyle hadislerin yazılmamasmı istemiş ve:
“Benden bir şey yazmayın. Her kim benden Kur’an’dan başka bir şey yazmışsa onu hemen silsin. Benden hadis rivayet edin, bunda bir sakınca yok. Bir de bile bile her kim bana yalan isnat eder (söylemediğim sözü söyledi der)se cehennemdeki yerini hazırlasın.” buyurmuştur.
Bu endişe ortadan kalkınca hadisin yazılmasına izin verildi. Nitekim aşağıdaki rivayetler bunu göstermektedir.
Abdullah b. Amr (ra.) diyor ki:
“Peygamberimizden işittiğim ve ezberlemek istediğim her şeyi yazıyordum. Kureyş beni bundan menederek, “Sen (duyduğun) her şeyi yazıyorsun. Peygamberimiz ise insandır, sakin iken de öfkeli iken de söz söyler.” dediler. Bu uyan üzerine bir süre yazmaktan vazgeçtim. Sonunda durumu Peygamberimize arz ettim. Peygamberimiz mübarek parmağını ağzına götürerek, “Yaz (korkma). Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki buradan (yani ağzından) hak sözden başkası çıkmaz.” buyurdu.
Ebu Hureyre (ra.) şöyle demiştir:
“Peygamberimizin hadisi, hiç kimsede bende olduğu kadar yoktu. Abdullah b. Amr hariç, çünkü o yazıyordu, ben yazmıyordum. ”
Peygamberimiz bir gün bir hutbe okudu. Hutbede bir olay anlattı. Yemenli Ebû Şah adında biri,
“Ey Allah’ın Resulü, bu hutbeyi benim için yazmalarını emreder misiniz?” dedi. Peygamberimiz,
“Ebû Şah için yazınız.” buyurdu.
Daha sonra hicri ikinci asırda hadislerin toplanması ve düzenli bir şekilde yazılması başlamıştır.
Şu da bir gerçektir ki sünneti dikkate almadan yalnız Kur’an ile amel etmek imkânsızdır. Çünkü dinin bütün hükümleri Kur’an-ı Kerim’den öğrenilmediği gibi pek çok hükmün ayrıntılarını ve nasıl uygulanacağını da Kur’an anlatmaz. Kur’an-ı Kerim’i hayata geçiren ve Allah’ın gönderdiği bu son mesajının nasıl anlaşılması gerektiğini öğreten Peygamberimizdir.
Kur’an-ı Kerim’de, “Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin.” buyuruluyor.
Bu ayet-i kerimeden namaz ile zekâtın farz olduğu anlaşılıyor. Ancak farz olan namaz nedir? Ne zaman ve nasıl eda edilir? Kimlere ve günde kaç kere farzdır? Bunlar ayette yoktur.
Bunun gibi, zekât nedir? Kime farzdır? Hangi mallardan verilmesi gerekir ve ne kadar verilmesi lazımdır? Bunlar ayette açıklanmamıştır. Farz olan haccın da nasıl yapılacağı ve kaç kere farz olduğu ayetten öğrenilmemektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Bütün bunları öğreten sünnettir. Sünneti dikkate almadan dinin bütün hükümlerini detaylarıyla Kur’an-ı Kerim’den öğrenmeye imkân yoktur.
Sünnet Kur’an hükümlerini açıklayıcı hükümler getirdiği hâlde bunun farkında olmayan kişiye bir sahabinin verdiği cevap şöyledir:
Ashabdan İmrân ibn Husayn Hz. Peygamber’in sünnetinden bahsederken birisi araya girerek, “Ey Ebû Nuceyd, bize Kur’an’dan bahset!” demiş, bunun üzerine İmrân adama şu cevabı vermiştir:
“Sen Kur’an’ı okumuyor musun? Bana namazın nasıl kılacağından, zekâtın hangi mallardan verileceğinden, hac ibadetinin nasıl yapılacağından vs. bahsedebilir misin?”
İmrân bu açıklamaları ile adamı susturmuştur.
Orucun farz olduğunu bildiren ayet-i kerime nazil olunca Müslümanlar oruç tutmaya başladılar. Fakat oruçlu olunduğunda unutarak yer ve içilirse orucun bozulup bozulmayacağı hakkında oruç ayetlerinde açık bir hüküm yoktu. Bir gün ashabdan biri oruçlu olduğunu unutarak bir şey yemişti. Orucunun bozulup bozulmadığını Peygamberimize sormuş, Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:
“Bir adam oruçlu olduğunu unutur da yer ve içerse (orucu bozulmaz) orucunu tamamlasın. Çünkü oruçluyu Allah yedirmiş ve içirmiştir.”
Bu hadis ile Peygamberimiz;
“Yanılarak yaptıklarınızda sizin için vebal yoktur.” ayet-i kerimesini açıklamış ve bu hükmün o ayette bulunduğunu bildirmiştir.
Eğer “Kur’an bize yeter. Başka bir şeye ihtiyaç yoktur.” gibi bir iddia ile sünneti dikkate almamak, şayet kötü bir düşünceden kaynaklanmıyorsa, bu, sünneti ve sünnetin dindeki işlevini anlamamaktır.