İmamı azam ebu hanife hayatı

İmam-ı Azam Ebu Hanife, Hanefi Mezhebi’nin kurucusudur. Asıl ismi Numan b. Sabit’tir. Hicri 80 tarihinde Kufe’de doğmuştur. Babası Sabit, Hz. Ali ile görüşmüş ve O’nun hayır duasını almıştır.

Ebu Hanife’nin ceddi Horasan’dan Kufe’ye yerleştiği için O’nun Türk, Faris ve Irak’ın yerli halkı olduğu hususunda ihtilaflar doğmuştur. Arap olmadığı tahmin edilmektedir.

Çok küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş, Gramer, Hadis ve Tefsir ilimlerinde çalışmıştır. Hocası Hammad Bin Süleyman’ın O’nun yetişmesinde büyük tesirleri olmuştur. İmam-ı Azam’da ömrünün sonuna kadar O’na saygı göstermiş, rivayetlere göre Hammad’ın yanında ayaklarını uzatmamıştır.

Sık sık Basra ve Hicaz’a gidip gelen Ebu Hanife, hocası ölünce O’nun kürsüsüne geçerek ders vermeye başladı. Her taraftan pek çok sayıda öğrencisi oldu. Bunlar arasında İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Ebû Yusuf büyük şöhretlere eriştiler. İslam Fıkhı onlar sayesinde gelişti, tekamül etti.

İmam-ı Azam Emeviler devrinde Irak Valisi İbn-i Hübeyre’nin kadılık teklifini kabul etmemiş, bu yüzden hapse atılmıştır. Daha sonra Abbasiler hilafeti ele geçirince bu sefer Mansur aynı teklifde bulunmuş, İmam-ı Azam bunu da kabul etmemiştir. Mansur büyük alimi hapse attırmış, kırbaçlatmıştır.

Kendisine Ebu Hanife denilmesinin sebebi son derece temiz ve kibar bir insan oluşu dolayısıyladır. Aynı zamanda sorulan soruları kaydetmek için yanında daima kalem ve kağıt bulundurduğu için de Ebu Hanife diye anıldığı söylenir.

Son derece zeki bir insandı, zamanını kısımlara ayırır; ticaret yapar, talebe okutur, evinin ihtiyaçlarını görürdü. Pek çok fakire yardım etmiş öğrencilerden bir çoğunu maddî yönden desteklemiştir.

İmam-ı Azam’ın Fıkh-ı Ekber, Fıkh-ı Ebsat, Alim ve-Müteal-lim, Vasiyet, Müsned gibi çok değerli eserleri vardır.

Hanefi mezhebinin bu büyük imamı Hicri 150 yılında vefat etmiştir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Bir Dehri

Abbasi Halifelerinden el-Mansur’un huzurunda en seçkin bir topluluk karşısında İmam-ı Azam ile bir dehri (1) arasında şöyle bir bilgi yarışması geçer, buna münazara da diyebiliriz. Allah var mıdır, yokmudur? Kainat kendiliğinden mi olmuştur; Allah’ın kudretiyle mi yaratılmıştır?

Demek ki, hak ile batılın, imân ile küfürün, doğru ile yalanın karşılaşması idi bu.

Münazara toplantısı için belli olan günde Bağdad’ın karşı sahilinde oturan İmam-ı A’zam’ı beklediler. Randevu için tayin olunan saat geçti, İmam-ı Azam Ebu Hanife görünmedi. Halkın hayreti arttı… Yoksa İmam başa çıkamayacağını hissetti demi gelmedi… Yahut şu ana kadar delillerini mi toplayamadı…

Derken bir müddet sonra Ebu Hanife meclise geldi. Dehri’nin büsbütün gurur ve küfrü artmıştı, adeta kabına sığamıyordu… Muzaffer bir kumandan gibi sert bakışlarla etrafını tarıyor ve böylece bütün dikkatleri kendi üzerinde topluyordu. “Gururlananı Allah alçaltır” kanununu bilmiyordu… Biraz sonra nasıl rezil ve mahçup olacağından hatırından bile geçirmiyordu. Bir saat sonrasını düşünüp tahmin edemeyen zavallı Dehri bu gaflet içinde dursun, İmam-ı Azam özür dileyerek gecikme sebebini anlatır: “Bu tarafa gelmek için ortada hiç bir vasıta yoktu. Biraz beklemeye karar verdim. Fakat o esnada ağaçların birdenbire devrildiğini gördüm. Devrilen ağaçlara, baktım, kereste haline geldi ve hiç yoktan orta yere bir sandalçıktı. Ve yine öylece yoktan yelken ve kürek peyda oldu, size karşı fazla mahçup kalmayacağımdan sevinerek sandala bindim… Sandal kendiliğinden yürüdü geldi…

Dehri, bu hikâye karşısında hayret içinde kaldı, çünkü karşısındaki zatın aklına zekâsına, vekarına büyük güveni vardı. Ama hikayeden de birşey anlayamadı. Topluluk da bir mânâ veremedi. Böyle şey olur mu? Nasıl olurda hiçten ve kendiliğinden bir sandal meydana gelir diye İmam-ı Azam’ı yalanlamaya yeltendiler. İmam-ı Azam tebessüm etti ve dedi ki:

Bir küçük sandalın bile kendiğilinden yapıcısı bir sanatkarı olmadan meydana gelebileceğini kabul etmediğiniz halde nasıl oluyor da bu muazzam kainatın bir yaratıcısı olmadan kendiliğinden vücut bulduğuna inanıyorsunuz?!. En ince hesaplara dayanan ve üstün bir zekânın eseri olduğunu bütün hareket ve nizamiyle meydana koyan şu kainata bakıp da onu vücuda getiren Ecell-ü A’lâ Zat-i Kibriyâyı anlamayan körlere yazıklar olsun!. Artık bunca belgeler karşısında Allah var mıdır, yok mudur diye bir münakaşa ve münazara mı yapılır?

Dehri ve arkadaşları donakaldılar… İtiraz edecek tek kelime bulamadılar… Mağrur başlar yere eğildi, sert bakışlar gücünü kaybetti.

Bahsi İmam-ı Azam kazanmıştı. Bu ince mantık, bu nükteli feraset karşısında Hazret-i İmam’ın zeka ve ilzam (hasmı yenme) kaabiliyetini teslime mecbur oldular,.. Böylece meclisin gündemi, imamın zaferiyle sonuçlandı… (İslam-Türk Tarihinin Altın Sahifeleri, Celal Yıldırım, s.527-528).

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz